1 Ocak 2018 Pazartesi

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu

  “Sen yine benliğinin bütün o açık ve yürekten sıcaklığıyla benimle konuştun ve yine bana hiçbir mahrem soru sormadın, ben olan kişiye tamamen meraksızdın. Bana adımı, nerede oturduğumu sormadın: senin için tekrar yalnızca serüvendim, adsız olandım, unutuşun sisleri arasında bütünüyle eriyip giden ateşli saatlerdim.” 
“Fakat sen kimsin ki benim için? Sen, beni asla, asla tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep, ama hep yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyiş içerisinde bırakan sen, kimsin ki benim için?”
   Stefan Zweig tarafından yazılan ve 1922 tarihinde yayınlanan Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu kitabı, bir kadının neredeyse obsesif bir şekilde, adından dahi bahsedilmeyen bir adama olan aşkını, sevgisini konu alıyor. İlk başlarda kadının bu sevgisini anlamlandıramıyorsunuz ve bir anda kendinizi kadına ve bu koşulsuz sevgisine karşı kızarken buluyorsunuz. Aynı zamanda bu koşulsuz sevgi ilk başlarda okurken okurun ciddi anlamda canını sıkan bir unsur oluyor. Fakat kitabın sonraki bölümlerinde, kadına olan kızgınlığınızın son bulduğunu fark ediyorsunuz. Hatta bir anda kendinizi adama kızarken buluyorsunuz.
   Kitap, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adından da anlaşıldığı gibi, aslında sadece kim olduğunu bile bilmediğiniz bir kadının mektubundan oluşuyor. Fakat bir adama, adından dahi bahsedilmeyen bir adama duyulan bu koşulsuz aşk ancak bu kadar ince anlatılabilirdi bir kadının ağzından, diye düşünüyorsunuz kitabı okuyunca.
   Çocukluğundan beri ilgiye muhtaç bir çocuk düşünün, doğal olarak başka şeylere ilgi duymaya başlayan ve başka şeylerden ilgi bekleyen bir çocuk. Şimdi ise bir adam düşünün, yardımsever, yakışıklı ve oldukça zengin fakat herkesi yabancı olarak nitelendiren ve kimseyi hatırlanmaya layık görmeyen bir adam. Tüm olay bu ikili işte. Aslında kitap içinde sürekli "Sen beni hiç tanımadın." dense de, bu ikili bir çok kez karşılaşıyor. İlk kez on üç yaşında adamı gören kadın, aslında o andan itibaren adama karşı bir ilgi ve hayranlık duygusu besliyor. Fakat adam ona baksa bile, aslında onu görmüyor ve adam için o an bir hiçlikten başka bir şey ifade etmiyor. Ondan sonraki karşılaşmalarda kadın hiçbir zaman umudunu yitirmiyor ve bir umut diye düşünerek her defasında adamın onu tanımasını bekliyor. Fakat adam ona her karşılaşmalarında bir yabancı gibi davranmaya devam ediyor.
   Kadın her şeyini adam için feda ederken dahi, adam için bir hiç olmaya devam ediyor. Kadın, ikici karşılaşmalarında çekici ve genç bir kız olarak adamın karşısına çıkıyor ve adam sadece kızı çekici bulduğu için kızla birlikte oluyor. Hatta geldiğinde onu arayacağı gibi vaatler sunuyor kıza. Fakat sonraki gelişinde yine kadın onun için hiçbir şey ifade etmeyen, unutulan bir kadından başka bir şey ifade etmiyor onun için. Sonra yaşananlar ise bunlardan çok daha tuhaf ve ilginç bir olay örgüsüyle anlatılıyor.
   Ne var ki sonunda kadın ölüm döşeğinde bu mektubu yazıyor ve fark ediyorsunuz ki kadının sevgisi olan onca olaydan sonra hala olağan saflığından, inceliğinden ve yoğunluğundan hiçbir şey kaybetmemiş. Farkına vardığınız sonuç ise iç acıtan, can sıkan bir sonuç. Olan onca olay sırasında bu büyük aşkından ve sevgisinden adama bahsetmemesinin tek sebebi, kendisine karşı hiçbir şey hissetmeyen bu duygusuz adamın omzuna yük yüklememek.
   İsimlere ve betimlemelere fazla yer vermeden bu kadar ince ve duygusal bir aşkı anlatmak bence çok zor. Fakat bu kitap, olağanüstü bir ustalıkla gerçekten hem bu duyguları yaşamanıza olanak sağlıyor, hem de muhteşem bir başyapıt değeri taşıyor bence. Şundan eminim ki, hiçbir zaman kitaplığımdan eksik etmeyeceğim bu kitap, her insanın kütüphanesinde bulunması, en azından bir kez okuması gereken bir başyapıt.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hayvan Çiftliği

    "İnsan, üretmeden tüketen tek yaratıktır. Süt vermez, yumurta yumurtlamaz, sabanı çekecek gücü yoktur, tavşan yakalayacak ka...